Bu Blogda Ara

25 Nisan 2015 Cumartesi

SELİMİN BİR ÖYKÜSÜ 3 (Gecenin Yoksulu)

Gecenin Yoksulu
------

Mayıs 2012
Selim DEMİRYÜREK

        Ay, dolunay. Saat, gece yarısından hemen sonra. Hemen: bazen dakika, bazen saat, bazen gün bazen asır... Bu defa dakika veya saat olmalı, bu, zorunluluk.
        Köprünün başında bekledi. Elektrik direğinde sallanarak yanan gece lambasının iniltilerini dinledi. Aydınlatmaktan çok inliyordu lamba. Canı neye sıkılmalıydı, onu düşündü. Gecenin bu saatinde tek başına karanlığa meydan okurmuş gibi sokakta oluşuna mı, bu saatte birisinin kapısını çalacak olmasına mı, o kişiden borç istemenin ezikliğini yaşayacak olmasına mı yoksa hepsinden önemlisi, daha ne kadar böyle yaşayacağına mı? Neye üzülmeliydi? Bilemedi…
        Taş döşeli yol karanlık kusuyordu. Korku, duyduğu diğer duygularının yanında sönükleşmişti. Keşke sadece korksaydı; ancak daha fazlası sarmıştı benliğini. Belirsizliğin kahrediciliğini yaşıyordu. Değil yarına çıkmak, aldığı nefesi vermek istemiyordu. Yoksulluk, ne kadar kötü? Gece ne kadar da karanlık? Yoksulluk da karanlık. Gece, aydınlık yoksulu gece… O ve gece ne kadar yoksul? Biri ümitten, paradan, mutluluktan, sevinçten, iyi şeylerden yoksun; diğeri, ışıktan, kuş cıvıltılarından, çocuk seslerinden, hayatın canlılığından yoksun.
        Yoksul doğmuştu. Yoksullukla tanışması dünyayla tanışması idi. Daha iyi anladı şimdi; hatta bu anlayış kalbinde inanca dönüştü. Öyle ya doğduğu ev dahi yoksulluğunu haykırıyordu ona: Başka bir köyden sığınmak amacıyla gelmiş bir ailenin onların köyüne yaptığı ya da yapmak zorunda kaldığı belki o gün itibariyle ev, bu gün itibariyle yıkıntı, doğduğu an itibariyle de evin kaderine uygun olarak sığınma yeri, annesinin ifadesiyle köylerindeki evleri. Ah anne ah! Bedeni yatağa mahkûmken yüreği dünyaları gezecek kadar hür olan anne. Sofrada çökelek dahi yokken karnını yavan ekmekle değil de bal kaymakla doyurmuş gibi görünen anne! Ev, bir oda, bir oda daha ve bir de giriş kapısı. Üstü dam. Dam, çamur. Altı toprak, yeri verep öyle derlerdi köylerinde bayıra. Su basar, bu kader. O zaman zemin de çamur. Pencere, o önemli. Doğduğu gün abisi camını kırdı. Bu gün abisi canını kırıyor. Abi kırıyor, camı, canı. İçi sıvalı, o da çamur; lakin içinde saman da var. Dışı kireç, o da topraktan. Ev toprak, insan toprak, o toprak. Varlık toprak. Gerisi yok. Gerisi yoksulluk. Kış, yoksulluktur. Zaman da yoksul mekân gibi. Doğumda doktor yok, ebe, bir akraba. Doğum da yoksul, yoksulluk tam olsun diye.
        Derenin pis kokusu, içindeki korkuyla birleşiyordu. Yol taş döşeliydi. Her mevsim çıkılabilsin diye. Kazada her mezarlık yolu taş döşeliydi, adettendi galiba ya da zaruretten; ama taş döşeliydi. Kilit taş icat edilmemişti, bu taş el işçiliğiydi. Zanaatkârlarını da uğurlamış olmalıydı bu kendinden maviyle siyah arası renklere sahip dört köşe taşlar. Çok eskiydi çünkü.
        Aynı dere üzerinde yüz metre mesafede iki köprü. Bir köprünün yanında okul diğerinin yanında cami. Yol aynı. Devamı mezarlık. Hey kurban olduğum Rabbim bu ne tevafuk! Okul, cami, mezarlık aynı yol üstünde; yol bir dere iki köprü üstünde. İnsan ancak böyle bir hayatın yolcusu. Bazen seksen sene bazen bir gece. O, bu gece yolcuydu. O, bu gece yoksuldu.
        Bakmaya korktuğu dolunay, düşünmeye korktuğu gerçek ve korku. Korku, yanı başındaydı. Hiç onsuz olmadı. Yoksul korkardı. Dua etmekten dahi korkuyordu; ama yine de dili dua mırıldanıyordu. Her adım uzaklaştırıyordu, varamıyordu. Varmak da istemiyordu. Vardı. Onlarca düşüncenin, korkunun, duanın ve adımın ardından, vardı.
        Önce kapısı olmayan bahçeyi gördü. Metruk bir görünüme sahipti; ama terk edilmemiş aksine bir önceki bahar ekilmişti. En çok da kabak ekilmişti ve biraz mısır ile soğan ve sahibinin yeşilini çok sevdiği sarımsak. Şimdi metruk gibiydi, bakımsızdı, ev ve sahibi gibi bakımsızdı. Yoksul değildi sahibi; lakin varlıklı olacak kadar da asil değildi. Parası vardı; ama yiyecek yemeği yoktu. Evladı vardı; ama baba olacak kadar adam değildi. İlk karısını taşlı yolun devamına götürmüşlerdi. Yolun camisi bile yoktu o zaman. İkinci karısı, ilk karısının intikamının somut haliydi adeta. Ama bahçe sahibi, ev sahibi, kadın ve evlat sahibi değildi. Bakımsızdı.
        Kapıya vurdu. İki defa daha tekrarladı. Son tekrarın hemen ardından sesi geldi ev sahibinin. Sonra ayaklarının getirdiği bedeni. Yaşlanmış vücudunun o hâline tezat sesi ve cam gibi gözleriyle gecenin bir yarısında dahi varlığını hissettiriyordu cebindeki parasının. Ona da bu lazımdı. Belki de ev sahibi bunu anlamıştı. Yoksulluğunun en yoğun hissini yaşadı. Yoksulluktan tiksindi; zira yoksulluk istemekti. İstemek, çaresizliği, zavallılıktı. Gece bu zavallılığa şahitti. İstedi. Anlaşılmayan bir homurtunun ardından eli cebine uzandı ev sahibinin. Vicdansız bir tefecinin yetim çocuğa gösterdiği şefkatin artığını göstererek acısını ifade eden bir mimik belirdi, kızılla siyah arası sakal diye gezdirdiği kılların kapattığı yüzünün bir köşesinde. Üzülmüş gibi görünmeliydi duruma. Arkasını döndü. Kasasının şifresini gizleyen tedbirli bir altın tüccarı gibi. Görmemeliydi, çok parası olduğunu. Fakat o biliyordu, ev sahibinin çok parası olduğunu. Bilmek görmekten âli değil miydi? İnsan gördüklerini bilmezdi bazen; lakin bilirdi görmediklerini de. O yüzden iman, görmeden bilmekti. Ama ev sahibi bilmiyordu bunu.


        Terk etti, önce bakımsız ev sahibini ve evini sonra, metruk görünen bahçeyi. Taşlı yol önce caminin önündeki dereden sonra okulun önündeki dereden geçirdi onu. Dönerken korkmadı. Sadece dua etti. Demek giderken ki tüm korku yoksulluktandı, iyice anladı. Geçici olarak zenginliğin tadını çıkaracak vakti yoktu, aklına bile gelmedi zaten.

SELİM DEMİRYÜREK'in ÖYKÜSÜ 2 (Bir Yıldız Kaydı Rüyamda)


Bir Yıldız Kaydı Rüyamda
Selim DEMİRYÜREK
       -Anne….!
        Sessizlik.
        -Anne…!
        Ses, boşluğa haykırış. Boş koridoru yalayıp demir ranzalara çarparak yönünü kaybeden bir ses: Anneee…!
       Cevap yok. Şimdilik. Camları titretmeye mecali olmayan, aslında içinde bin bir soruyu,  öfkeyi, özlemi içeren bir haykırış. Görünürde boşluğa; lakin tüm dünyaya; dünyanın da içinde olduğu sınırlarını kendi de bilmediği tüm kainata haykırış. Cevap beklemeden. Ümitsizliği tınısına hapsetmiş bir haykırış: Annne!
       Yere çöktü. Yapacağı başka bir şey de yoktu aslında. Sarı ve kirden yapağı haline gelmiş saçlarının uçları, gözyaşıyla ıslanmış hırçın ve öfkeli duruşunun fotoğrafında göze çarpan bir ayrıntı olmuştu adeta. Şehre gitmeyi çok isterdi; ancak böyle bir şehre şimdi lanet ediyordu yaptığının ne olduğunu bilmeden. Yüreği yaşından büyüktü Ayşe’nin. Bu nedenle sözleri dağlardan çığ koparacak kadar gürültülü, bakışı bir şahini kıskandıracak kadar sert, duruşu bir aslan kadar heybetli olmalıydı Ayşe’nin.  Bu lanet şehre, insanlık ayıbı yaratıklara ve her melanetin mubah olduğu öyle bir hayata ancak böyle dayanılırdı. Ama Ayşe dayanmak felan istemiyordu. Onun isteği bir çiklet istemek kadar basit, bir bardak su istemek kadar doğal, gözünü bastıra bastıra ufalamayı istemek kadar kolay ve güneşi tutmayı istemek kadar imkânsızdı. O imkansız kısmını bilmeden basit, doğal ve kolay olduğunu zannederek ve cevapsız kalışın da hırçınlığıyla kendi aleminde annesine, gerçekte duvarlara, öfke sinmiş sesiyle bir kere daha bağırdı: Anne!!!
        Asla cevap alamayacaktı. Bilmiyordu.
***
-Kızım bekleme, hadi.
-Geliyorum anne.
Keşke gelmesem, ölsem hayır onu istemek günah. Böyle de yaşanmaz ki!
-Hadi..!
-…
-Saniye dedim!
- Tamam.
         İki buçuk yıl olmuş ne aradı ne sordu.  Bir de çocuk var. Ayşe’m, canım kızım. Adı batsın, Allah canını alsın. Beddua etme, günah! Ya benim bu çektiğime can mı dayanır?
            Annem, gururu adının önünde olan, yeleğinin cebinde kocasının kazandığı parayla dolu cüzdanı taşıyan, vara yoğa kurban olan… Oğul delisi, dindarlığı; kısa eteği, yarım baş örtüsü ve ‘benim kalbim temiz’ nutkundan ibaret olan, yüzündeki çizgileriyle her an birini azarlamak için fırsat kollayan, doğuştan ihtiyar yürekli kadın. Düşmanına dahi ikramda bulunmak için kendini feda edebilecek kadar cömert; kızına zorla verdiği eşyadan para alacak kadar cimri kadın: Gülistan. Adıyla mütenakız kadın.
- Kendi gitti p…i de arayıp sormuyor, şunun derdine bak!
- …
- Daha onun haltını karıştırma!
- …
- Böyle olacağını bilsem…
            Bilsen ne olurdu? Beni mi vermezdin? Şimdi koca bulmuyor musun? Boşanmamış olduğum halde? Oğluna bekçilik yapmam için beni okula mı gönderirdin? Yok sen benim o..bu olmamı istemezsin değil mi anne! Şimdi neyim? Hiçim. Evde yüküm. Boğazım çok büyük, hepinizden çok yiyorum, içiyorum, savın başınızdan beni.
- Böyle olacağını bilsem vermezdim.
             Ne yapardın? Diyemiyorum. Çünkü hep o konuşmalı, o haklı olmalı, o bilmeli, o dünyayı gezen kadın!
-Cüvap versene!
Verecek cevabım var ancak sana göre cüvabım yok ki!
-Tamam anne, yeter!
-Ben senin için diyorum kızım.
Benim için diyorsun hep; ama diyemiyorum.
- Hadi, geç kaldık.
-…
-Şu yüzüne gözüne bi bak, ağladın mı?
      Ne münasebet, güldüm. Kahkaha attım halime. Ne kadar mutluyum. Allah canımı alsın da kurtulayım!
-Yok bi şey hadi gidelim.
         Saniye: Ufak tefek boyu,  başını yarıca örtmüş, kırmızı botu, mantoyla mont arası giysisi, hafif kilosu, beyaz teninin öfkeden kızaran haliyle, zemherinin soğu değil yüreğinin ızdırabıyla titreyen, yaşıyla genç kız, çilesiyle ihtiyar kadın.
- Şu herifin burnu ne kadar büyük?
-Halangil gelirse bir şey deme.
-…
-Boşanırsın!
-…
-Çocuğa ben bakarım.
         Bakmazsın. Yalan söyleme! Bana bakmıyorsun sabiye, p.. diyorsun, bakmazsın! Allah sana muhtaç etmesin.
- Sıra az kaldı birazdan gireceğiz.
- Ben de geleyim mi?
- Yok ben girerim.
-İyi olacaksın kızım, merak etme.
Olmayacağım. Biliyorum. Hissediyorum. Ben Ayşe’mi düşünüyorum.
-…
-Ne oldu, doktor ne dedi?
- Yok bişey anne, ilaç verdi.
- Demedim mi?
           Evet her şeyi sen dersin zaten. Ama yalan ve yanlıştır. Duymak ister misin? Kan kanseri olduğumu kemoterapiye ihtiyacım olduğunu ve ilaçların yediğim ekmek ve peynirden birkaç yüz kat pahalı olduğunu babam almaya kalksa bile güç yetiremeyeceğini, kocam olacak adamın bu haberle hemen evlenecek kız bakmaya başlayacağını duymak ister misin? En önemlisi Ayşe’min yetim kalacağını ben kendime söyleyebilir miyim?
***
           Annesizlik ve nihayetinde yurt. Sığınma yeri, devletin çocuklara uzattığı şefkat eli. Dün gibi sanki ilk günü; ama yıllar geçmiş. Sanki bir rüya.
          Ayşe yurtta son yılını, on sekiz yaşını geçireceği yeni odasına taşınmıştı. Yeni yatağından baktığında karşı caddeyi görebiliyordu. Cadde değildi onun için anlam ifade eden, arabalar, insanlar, simitçi yani hareketlilikti ve buradan kulağı tırmalama derecesini kaybetmiş belki fısıltı dahi sayılabilecek ancak gerçek hayatta gürültü olarak tanımlanan sesti. Annesi gibi. İnsanlara haykırırken fısıldadığı zannedilen annesi gibi!
-Anne, zamanı delip geçen o ses benim kulaklarımı sağır edercesine şiddetliyken nasıl oldu da o zaman en yakınların tarafından duyulmadı. Kaç yüz defa daha bu ve buna benzer soruyu sorup hep aynı cevabı vereceğim?
- Onlar sağırdılar. Gözleri kör, kalpleri taş…
          Genç kız olmanın verdiği duygu yoğunluğuyla da daha fazla düşünüyor, kah ağlıyor kah öfkesinden deliye dönüyordu Ayşe. Dilinden dua niteliğinde dökülen şu sözler bir teselli makamıydı sanki onun için:
Bir yıldız kaydı rüyamda,
Işığı hala gözlerimi kamaştırır.
Bir güz gecesi ağladı sema,
Yüreğimi hala dolup taşırır.

Rabbim duama icabet edensin,
Beni en iyi bilen sensin,
Affınla Annem taltif edilsin
Vuslatımı yakın kıl,
Bu derdim dinsin. (Amin)
        Anneannesi öleli az bir zaman olmuştu. Ayşe ne üzülmüş ne de yokluğunu hissetmişti onun. Hissettiği tek şey, artık hesap verecek olmasının garip duygusuydu. Ama annesi hep içinde hep gözünün önündeydi özellikle, son el sallaması. Annesi Ayşe’ye el sallayarak vedalaştı. Ama o bu vedayı kabul etmedi.
-Anne, her duamda, her hüznümde, her gözyaşımda sen varsın. Var olan sensin bak, anne. Yokluğun yok. Elini öpmeyi, beni öpmeni özledim Anne. Seni özledim. Eksikliğin bir kara delik, her an büyüyor. Gönül sızım, kalp ağrım oldu yüreğim dayanmıyor. Yıldızlar kadar uzak, uyku kadar yakın, ölüm kadar gerçeksin. Anne! Beni bekle, çok bekletirsem özür dilerim.                                                                                                                                            







                                                                                    

5 Nisan 2015 Pazar

ANAM VE KARDEŞLERİ 10.

ANAM

1932 Yılında doğdu. Senelerce dert çekti, 2014 yılında 82 yaşında öldü.

 Anam, 1947 yılında aynı köyden,  Köse Mehmet oğlu Ahmet ile evlendi.
Bu evliliklerinden;  1955 yılında Hatice, 1960 yılında Melek, 1962 yılında Neziha ve 1971 yılında Emine isimli dört kızları ile 1953 yılında Ali Kemal (Bazı sorunlardan dolayı, 1976 yılında Ali olan adımı: Ali Kemal, Nacar olan soyadımı da Nacaroğlu olarak değiştirdim.) 1958 yılında Bilal, 1965 yılında Arif, 1967 yılında Mehmet (Mehmet’in doğum tarihi de 1965 olacak. Çünkü Arif’in ikizi)  ve 1974 yılında Ömer Suat (Oğuzhan)  adlarında beş oğulları oldu.

ÖLÜMÜ: 1 Ramazan 2014
ÖLÜMÜ NASIL OLDU: En son, kalçada aşırı kireçlenme, bel kemiğinin yarası yok dendi doktorlar tarafından. Kalçayı idare etsek bile, bel kemiği için kısa zamanda amaliyat olması gerekir.
Haziranda bir gece köyde rahatsızlaşıyor.
Hastanede bir gece yatıyor.
Bir gün sonra yeniden rahatsızlaşıyor. Coğul Köyü yakınlarında Ambulanstaki sağlık ekibi müdahale ediyor. Duran kalbi yeniden çalışmasını sağlıyorlar. Yoğun bakım doktorunun bana dediğine göre; kalbi bir süre durmuş.   Sağlık ekibinin müdahalesi kalbini çalıştırmış ama beyne oksijen gitmemiş. Yani sağlık ekibinin unutması sonrası ağar hasar almış beyin. Durum ciddi. Yaşasa bile yatalak kalacak. Diyor orta yaşlı doktor. Bu ne demek; Yüzde elliden fazla bir ihtimal yaşayamayacak, demek.
Bir Cuma namazı, saat on üç yirmide Arif’in elindeki ölüm raporunu okuyorum.
Kefeni 10 senedir benim evde bekliyordu. Belediyenin verdiği kefeni kullanamazdım.
2 Haziran, 10.30’da kalabalık eşliğinde Kötekli köyü mezarlığına defnediliyor.
 Babam: 91 yaşında.   

ANAM VE KARDEŞLERİ 9.

MELİHA TEYZEM

DOĞUMU: 1947 Doğumlu.

Küçüktüm. 3-4 yaşlarında.

Teyzem ilk genç kızlık dönemindeydi. Zamaz zaman beni gezdirmeye gelirdi. Evlerimizin arası çok ta yakın değildi. Bir kilometre belki de daha uzaktı.

İlk hatırladığım:  Günlerce yağan kar sonrası oluşan hava. Esen poyraz ve esiklerde erimeye yüz tutan kar. Sonra çıkan güneş ve her taraf pırıl pırıl. Kuşluk vakti sürütmecilerin dönüşlerini izlerdim. Onlar; evlerinde mahsur kalan davarlarını doyurma peşinde.
Ama teyzemin gelişini gören ben her şeyi unutur sevinçle ona atılırdım. O beni sever, be de onu. 

Meliha Teyzem, 1947 yılında doğdu. 1960 Yılında aynı köyden,  İmam Ahmet oğlu Ali ile evlendi.

Bu evliliklerinden;  1962 yılında Hamidiye, 1977 yılında Emine alı  kızları ile 1964 yılında  Ahmet, 1969 yılında Durdu Mehmet ve 1971 yılında Üzeyir adlarında üç oğulları oldu.

Bu çocuklardan Hamidiye isimli kızları, 1980 yılında öldü.


ÖLÜMÜ NASIL OLDU: Dedemin çocuklarının içinde en fazla hastalıkla boğuşan Meliha teyzemdir. Yılca hastalık çekti. Ameliyat oldu ve hastanelerde yattı. Yazları köy yerindeki bahçelerine yaptıkları kulübede yaşarlardı. Köye gittiğim zaman yanlarına uğrardım. Kocası Ali eniştem ayak işlerini yapar, yemekleri hazırlar,  teyzem de oturduğu halde bulaşıkları yıkardı. Neticede Antalya’da öğretim görevli olan oğlun teyzemi Antalya’da tedaviye götürdü ama sonunda teyzem Antalya’da 28.12.2012 tarihinde öldü.

ANAM VE KARDEŞLERİ 8.

EMİNE TEYZEM

Emine Teyzem, 1947 (doğum tarihinde yanlışlık var. Sanki, Meliha teyzem’le aynı yıl doğmuş gibi yazılmış nufüsa) yılında doğdu.
1965 Yılında,  aynı köyden,  Halil oğlu 1939 doğumlu Süleyman  ile   evlendi.

Bu evliliklerinden;  1967 yılında Hatice, 1973 yılında Ayşe, 1977 yılında Fatma isimli üç kızları ile 1963 yılında Mehmet, 1965 yılında Arif, 1969 yılında Ali (Malik), 1971 yılında Bilal adlarında dört oğulları oldu.
Emine teyzemin kocası Halil oğlu Süleyman 18.10.2014 tarihinde öldü.
Kendisi de, kocasının ölümünden 4 ay sonra öldü.

ÖLÜMÜ NASIL OLDU: Yıllarca hastalık çekti. Ameliyat oldu ve hastanelerde yattı.
Teyzelerimin ve dayılarımın arasında beni en çok sevenlerden mi desem?  Bilemiyorum ama bana öyle de gelmiyor değil. Belki de ben de onu çok severdim.
Köyde her ailenin beş on davarı olurdu eskilerde. Davarlar için çoban tutma yerine, sırayla (nöbetleşe) davarlar yayılırdı. Sıra kendine geldiğinde, azığımı hazırlayarak beni davarlara çobanlık etmek için gönderirdi.
Küçükken bize sık gelirmiş. Ben fazla hatırlamıyorum. Bir gün beni dedemlere götürürken yolda bir genç, köpeğini üzerimize salmış. Teyzem ve ben çaresiz kalmışız.

   

ANAM VE KARDEŞLERİ 7.

AYŞE TEYZEM

Anamın yaşayan tek kardeşi.

Ayşe Teyzem, 1937 yılında doğdu. 1952 Yılında Avgasır köyünden,  Halil İbrahim oğlu 1937 doğumlu Mustafa ile evlendi.

Bu evliliklerinden;  1953 yılında Pakize, 1961 yılında Güllü, 1964 yılında Fatma ve 1968 yılında Emine isimlerinde dört kızları ile 1957 yılında İdris, 1971 yılında Mehmet ve 1972 yılında İbrahim adlarında üç oğulları oldu.


Ayşe teyzemin kocası Mustafa 2002 yılında öldü.

ANAM VE KARDEŞLERİ 6.

MELEK TEYZEM

DOĞUMU: 1923 Yılıdır. 1940 Yılında Hacışıklı köyünden Çete Mehmet ile evlendi.

Fatma, Melek adında iki kızı ile Mustafa, Ali ve Süleyman adında üç oğlu oldu. Çocuklarından Melek; sekiz yaşında (1952 yılında), Süleyman 14 yaşında (1959 yılında) vefat etti.

İlkin vefat eden teyzem. Ölüm tarihi mezar taşında 1944 yazılı ama bu tarihin doğru olmaması gerekir. Çünkü büyük oğlu Mustafa Kara 1942 doğumlu ve annesinin ölümünü hatırlıyor. Ölüm tarihi, nüfus kaydında da 1951 olarak verilmiş. Sanırım bu tarih de yanlış. 1951 yılında Mustafa Kara 9 yaşındadır ve annesi ile birçok ortak anısı olması gerekir. Ki, yukarıda da belirttiğim gibi annesinin vefatını zar zor hatırlıyor.   

Çete, bahar ayları gelince Çukurova’ya çalışmaya giderdi. Giderken de ailesini Vakkas dedeme emanet ederdi. Halil Dayımın eşi Naciye hanımın evinin alt tarafında bulunan Çam ağacının (bu ağaç şimdilerde var mı, bilmiyorum) üst tarafına çadır kurardı. Güz sonu gelip, Çete Mehmet dönünceye kadar aile burada kalırdı.

ÖLÜMÜ NASIL OLDU: Oğlu, Mustafa’nın ifadesine göre; dudağında çıkan bir yara sonrası bir hafta içinde vefat etti.
Annemden ve Zeynep nenemden duyduğum olay daha farklı: Bir gün sabah öncesi, Kötekli’den  Hacışıklı’ya giderken yarı yolda (Sarımollalı yol ayrımı yakınlarında) korktu. (Cinlerin yavrularına bastı diyenler de var.) Bu korku sonrası dudağında çıkan uçuklama (yara) kısa sürede teyzemin ölümüne neden oldu. 

ÖLÜMÜ: Teyzem, ikisi ölen 5 çocuk annesi iken genç yaşında öldü.


ANAM VE KARDEŞLERİ 5.

 HALİL  DAYIM

1942 doğumlu.

Halil Dayım; 1955  Yılında Döngeleden Halil kızı Naciye ile evlendi.

Bu evliliklerinden;  Güllü, Hacer, Melek, Ayşe  ve Fatma adlarında beş kızları ile Hasan, Mehmet, Süleyman, Erdoğan ve Murat adlarında beş oğulları oldu. Bu çocuklardan Mehmet,  isimli oğulları, Kasım 2011 tarihinde öldü.

Halil Dayım, bana göre yumuşak biriydi. Ben çocukken, sıkça Döngeleye giderken evimize uğrar, cebine doldurduğu cevizleri birbirine sürterek kırar, cevizlerden bana da verirdi.

Askere gittiğinde ilkokulun ilk sınıflarındaydım. Asker mektuplarını dedem bana okuturdu. Hatırladığıma göre mektup ta yazardım.


Çok çabuk sinirlenir, sinirlendiğinde içindekilerin hepsini dökerdi. Bilinenin aksine Vakkas dedeme karşı gelmesi falan yoktu. Herkesin de kendisi gibi açık gönüllü olmasını, içten pazarlıklı olmamasını isterdi.

ANAM VE KARDEŞLERİ 4.

MEHMET DAYIM

Nüfus kaydında Durdu olarak kayıtlı. Yani Durdu dayım ile nüfus kayıtlarında hataen değişiklik yapılmış.
1929 doğumlu.

Mehmet dayım; 1953  Yılında Yenicekale/Yeniköyden, halk arasında Burunsuzahmet diye bilinen kişinin  kızı Sehar ile evlendi.

Bu evliliklerinden;  Gülmek, Saadet, Melek ve Münevver adlarında dört kızları ile Vaysal, Mevlüt, Mustafa, Bilal ve Cengiz adlarında beş oğulları oldu. Bu çocuklardan Gülmek isimli kızı, 1954 yılında doğdu, üç yıl sonra, 1957 yılında öldü.

ANAM VE KARDEŞLERİ 3.


DURDU DAYIM

Nüfus kaydında Mehmet olarak kayıtlı. Yani Mehmet dayım ile Nufüs Kayıtlarında hataen değişikliği yapılmış.
1928 doğumlu.
Durdu dayım; 1954 Yılında Avgasır köyünden Halil İbrahim kızı Feride ile evlendi.

Bu evliliklerinden;  Hatice adında bir kızları, Salih, İbrahim, Vakkas, Mehmet ve İdris adlarında beş oğulları oldu.

ANAM VE KARDEŞLERİ 2.

1.
FERİDE TEYZEM

Annemin kardeşlerinin en büyüğü.

DOĞUMU: 01.02.1925
Döngele’nin Halıtlı obasına 24.12.1949 yılında gelin gitti. Anne adı; ayşe, baba adı; Mikdat olan Hacı Yüce ile evlendi. Bu evlilikten: Ali, Ahmet, Nazif, Süleyman, İbrahim ve Mikdat   adlarında altı oğlu ile,
Asiye adında bir kızı oldu. 

ÖLÜMÜ:  2009 Yılının bir bahar günü onu kaybetti.   

ANNEM VE KARDEŞLERİ 1.

5.4.2015

DAYILARIM VE TEYZELERİM

1. Feride teyzem,
2. Durdu Dayım
3. Mehmet Dayım
4. Halil Dayım,
5. Annem,
6. Melek teyzem,
7. Emine teyzem
8. Meliha teyzem,
9. Ayşe teyzem (anamın yaşayan tek kardeşi).

Bazı hatıralar var unutulmaz. Geride bıraktığım 60 küsür yıllık ömrümün çoğunda okudum ve  yazdımsa hep böyle düşündüm. Yani büyüklerime saygılı olmayı ve onların değerlerini, yaşarken ki hatıralarını çocuklarına ve torunlarına aktarmayı kendime görev bildim. Buradaki yazı dizimi, annem ve kardeşlerine ayırdım. Yani teyzelerime ve dayılarıma. 

ANAMA AĞIT

5 NİSAN 2015

Anamın ölümünde aldığım not ilişiyor gözüme. Ve sonrasında yazdığım uzun ağıt. 
Ölüm:  1 Ramazan/ 27 Haziran 2014

İlk önce, 30 sene öncesi ameliyat edildi.  30 gün kadar Adana’da kaldı.
Sonra Maraş’ta iki kez ameliyat edildi.
2013 yazında, doktorların kanısı: “Kalçada kireçlenme var, bel kemiğinin yarısı yok gibi… Ameliyat edilmesi gerekir”. Ameliyat edildi.
24 Haziran 2014 çarşamba gece rahatsızlanıyor kardeşim Arif köyden Maraşa çıkarıyor, ambulans yolda karşılıyor Tıp Fakültesi Hastenesine getiriyor. Ben sabahleyin gidiyorum ama bulamıyorum. Anam iyi olmuş. Köye yola çıkarmışlar.
25 Haziran 2014 akşamı yeniden rahatsızlanıyor.  Coğul köyü yol ayırımında ½ saat Arif müdahele ediyor. Sonra ambulans geliyor. Ambulans elemanlarının girişimi sonrası kalbi yeniden çalışıyor. (yoğun bakım dokturunun bana dediğine göre; burada kalbi durmuş, çalışmış ama beyne oksijen gitmemiş) sabah çıktıkları yere yani Tıp Fakültesi Hastanesine geliyorlar. Burada yoğun bakımda yer olmadığından özel bir (vatan) hastanesine gönderiliyor. Gece saat iki gibi kardeşim Mehmet beni Emine’yi alıyor. Hatice, Ziya, Bilal ve Sariye hastane önünde bekletse beyhude… Anamı göstermiyorlar….. saat 03.30 da dağılıyoruz
26 haziran cumayı Şazibeyde kılıyorum. Saat 13’te  yoğun bakımda anamı görüyorum. Ama bilinci yok. Makineye bağlı. Doktor bilgi veriyor. “Kalp çalışmış ama beyne oksijen gitmediğinden… durum ciddi. Yaşasa bile evde yatalak yaşayacak”.
Sık sık  telefonla hemşireyi  arıyorum. Doktordan başkası bilgi veremezmiş.
ÖLÜM: 27 Haziran 2014 saat 13’teki ziyaret için içeri kimse alınmıyor. 13.20’de kardeşlerim Arif ile Oğuzhan içeriden çıkıyorlar Arif elindeki ölüm raporunu bana veriyor.
Belediye, araba kefen ve yıkayıcı veriyor ama kefenini 10 sene önce almıştım her zaman kefeni gördüğüm de anamım çehizi derdim. Belediyenin verdiği kefeni iade ederek 10 senedir bekleyen gelinliğini giydiriyoruz. Yıkanınca anamın elini öptüm “Ak kefeni giydirdiler/Gör dediler getirdiler/Ancak elin yüzün öptüm/
Kısa sürdü götürdüler”
Bayram ve ben cenaze arabasındayız. Oğlum Ahmet İstanbu’ldan geliyor.
2 Ramazan, saat: 10.30 gibi defnediyoruz. “14. Mezarının yeri serin
Yaralarım derin derin / Anam bana haber salmış / Aman ha Fatiha verin - Şu çukurda anam yatar /Uyur kuşların sesinde/Kesme de var ardıç çam da/Ağaçların gölgesinde”


Gece
İkici gece teravihi anamın evinde bulaşık yıkadığı yerde gömülürken üzerine örtülen savanı sererek kılıyorum. Savana anamım kokusu sinmiş.

5 Eylül 2014
Kız  Kardeşim Hatiç anamı üç kez düşünde görmüş.
Birincisi: Hani eskiden toprak evimiz vardı, işte bu evin batı civarındalarmış. ‘Param yok demiş anam,  çalışıp para kazanmam  gerek demiş’…  ‘Gözü gözüne gelerek/Kardeşim düşünde görmüş/
Hibe edin mallarımı/Artık bana azık gerek’

İkincisi: İkincisinde pekiyi görmemiş.
Üçüncüsü:  Rüyası birincinin devamı niteliğinde. Hamur yoğurmuşlar, kız kardeşime ekmek vermiş. ‘Al sana bir bazlama, ikinin biri bana yeter’. Demiş. ‘Felek çarkı böyle döner/Kardeşimden ekmek ister/Küsmüş gibi yönü öte/
Bir bazlama bana yeter’
 

29 Mart 2015 Pazar

DERSE GİDİYORUZ


19 Mart 2015

gece

Emekli vaiz İrfan hocaya derse gidiyoruz.
Hoca, bazı ayetleri ibret olunacak  örneklerle açıklıyor: "Bir zamanlar bahçedeki ağaç karıncaların istilasına uğradı. Nasıl önleri diye düşündük. Ağacın gövdesine yirmi santim eninde gliserin sürmek en iyisi dedi bilir kişiler. Öyle de yaptık. Gördük ki;  karıncalar bu engeli aşmak için  mercimek büyüklüğünde elli kadar taş getirerek yağın üzerine yol yapmışlar." diyor  hocam.  Selim'in  ortaya attığı sav da daha ibret verici: "Bir belgeselde izdedim. Karşıya geçmek için, ırmak üzerine köprü oluşturuyorlar."

---------

20 Mart 2015

Hasan Çanakkale'den döndü.
Gezinin iyi geçtiğini söylüyor.
Gezisini anlatınca gözlerimde çok şey canlandı. Gençliğimde gittiğim Çanakkale. Yirmi beş yaşlarındaydım. Yine 18 Mart'tı o sene. Çanakkale'nin kurtuluşu. Bir cuma günüydü. Feribotla karşıya geçirdiler. Savaşın olduğu yerleri gezmekti maksadımız.  Kırk kadar genç arkadaşımla Ecabat'ta Cuma namazı kıldık. Bizimle aynı feribottaki gaziler de namaz kılmak için oturdular caminin avlusuna. Bir gaziyi arkadaşına müdahale ederken gördüm: "Abdestsiz cuma namazı kılınmaz." diyordu arkadaşına. Belli arkadaşı, diğerleri kılıyor diye kendi de arkadaşlarına uymak istemiş. Sanırım, o gaziler gerçek gazilerdi. Yani savaşta çarpışmışlardı demek istedim "gerçek" sözünü kullanmakla. Ya da, dedelerimiz Çanakkale'yi kurtardılar,  ama kimi insanımız; "abdestsiz  namazın olmayacağını"  bilmeyecek derecede cahiller. Dedelerimizin ayak izlerini takip ede ede ilerledik. Orada bir müzeye girdiğimizi hatırlıyorum. Beni hayrete düşürenler arasında, iki merminin havada çarpışmasıydı.İlgimi çekenler arasında: Nişanlıları savaşta ölen yabancı kızların gönderdikleri mektuplar. Bu mektuplar sahiplerine ne zaman ulaşacaklar? Ahrette derim sonra. Bu, böyle olacak, doğru da ya o gençlerin bizim ülkemizde ne işleri vardı? İğneden ipliğe her şey  sorulmayacak mı Ahrette?

EDEBİ YAŞAMIN VAR



10 Mart 2015

ÖĞLE

Kız  kardeşimin maaşını alarak evine kadar götürdüm ama içeri giremedim. Giremedim çünkü evin  önündeki lağım tıkandığından girmede tereddüt ettim. İki kişi açmaya çalışıyordu. Oğlu Hacı Mehmet beni içerden gördü ve gülümsedi. Ben de maaşı bile veremeden döndüm.

İKİNDİ ÖNCESİ

Koyuncu hoca hakkında yazdıklarımın çıktısını alarak hocayı aradım. Evine yakın bir parkta  buluştuk.   Yazdıklarım üzerinde az bir değişiklik yaptık. Çünkü kendinin anlattıkların bire bir aynısıydı yazdıklarım.
Edebi hayatıyla ilgili olacak yeni bir başlık açılması gerektiğini söyledim. Karşı çıkar gibi oldu. Hayır dedi, benim edebi hayatım yok dedi. Ben var dedim. Okul yıllarında yüzlerce öğrenciye göz kulak oldun, içlerinde şiir sevgisi, yazarlık cevheri olanları sürekli kolladın.   İşte o çocukların her biri parmakla gösterilecek edebiyatçı bu gün. Siz o şiir defterini bir gün getirin. Biliyorum sen şiir yazmadın, yazdınsa da yayınlanmadı. Tahmin ediyorum sevdiklerinin şiirleri var defterde. Bazı şiirlerin fotağrafını çekerek yayınlayalım.  


----------

11 Mart 2015

AKŞAM


Öğle üzeri başlayan yağmur hiç dinmedi. Yağmur, Mart ayının ilk yağmuru olsa da son senelerin  en çok yağmuru düştü bu sene. Hatta son beş yılın toplam yağmurundan fazla yağdı bu sene. İnşallah bereketli bir yıl olur.


Takkeli Adam, Koyuncu ve Ben. 

------------------------------------------------------------------

SELİMİN ÖYKÜSÜ 1

28 MART 2015

Arkadaşımdan yazı istiyorum. İstiyorum çünkü onun öykü ve şiir ile ilgilendiğini biliyorum. Öykü ve şiir, saatler değişmeden önce elime geçiyor. Önce öyküyü okuyorum. Beğeniyorum. Şiire gelince karar vermeden önce duruyorum. 

----------
İşte arkadaşımın öyküsü

Ağa Yokuşu

Selim DEMİRYÜREK

I.


İsteklerinize dikkat edin, sahip olduğunuzda geç kalmış olabilirsiniz.
Ne kadar geldiklerini bilmiyordu; fakat yaklaşmışlardı, herhalde. Yine yanıldı. Yol daha epey varmış, bitince anladı. Hep böyle yapardı. Kendiyle bahse girer, bazen kazanır bazen kaybederdi. Kazanınca sevinmez doğal karşılar, kaybedince üzülürdü, sanki o doğal olamazdı. 
Kırk üç kilometreymiş. Taksici öyle söylüyordu. Sivaslı olmakla hava atıp da buraları bilmiyorum dediği gibi. Oysa bilmeliydi. Buralar Sivas’ındı, Sivas buralardı.
Şehrin hangi yönüne doğru gidiyorlardı, bilmiyordu. Fiyatı uygun olduğu için o taksiyi tercih ettiğini sanıyordu oysa hiç de öyle değildi. Onu da bilmiyordu henüz. Yönü, taksi
fiyatını, gideceği yeri, neden burada olduğunu, neler yaşayacağını bilemediği gibi. Kıvrılan yokuşların belirsizliği karşıladı şehirden çıkınca ve devam etti belirsizlik, bir müddet daha
bazen şiddetini azaltarak. Saklanmış bozkır, kucağını açtı yaslandığı dağların heybetiyle.
Bir levha takıldı, belki de ilişti gözüne: Pınarlı. Bir levha, daha büyük ve mavi: Karaçayır. Ve mezarlık, daha sonra öğrendiği eski karakol binası lojmanı ve bir yokuş daha. 
Bozkırın düzlüğü geride kaldı, özlemleri, güzel yaşanmışlıkları hatta hayalleri gibi.
İşi kolaylaşmıştı Reno’nun, bayır iniyordu. Öyle ya, çıkılınca yokuş, inilince bayırdı aynı yol. En azından halk arasında böyle bir kabul vardı. Kaç bayır inmiş, kaç yokuş çıkmıştı emektar. İçi mavi dışı sarıydı. İçi daha eskiydi. Konfordan uzak sadece ulaşım aracıydı.
Amacı da buydu herhalde onu yapanların? İnsana benziyordu, özellikle yokuştaki feryatlarıyla. İsyanıydı belki de. Ama onun çığlıkları anlamsızdı, sızlamaları da. O, arabaydı, araba; cansız, kansız, her ne kadar plastik ve kumaş da ihtiva etse demir yığınıydı. O kadar.
Aklına şaştı. İtirazı, delildi aslında kendine. Araba insan gibiydi evet bu doğruydu! İnsan; canlı, kanlı, her ne kadar kemik ve su ihtiva etse de et yığını değil miydi? Çağdaş çağımız (ne demekse o?!) öyle görmüyor muydu? Bu fikir kovalamacısından kurtulup dışarıya baktı.
Düşünceleri yine cirit atıyordu kafasından büyük beyninde.
Az veya çok suyun belirtisi olan söğüt ağaçları sağda ve solda derviş edasıyla boyun
bükmüş geçenleri selamlıyorlardı adeta. Yıldız Dağı beyaz takkesi ve ihtişamıyla dervişlerini gözleyen bir mürşit endamıyla hürmetlerini arz ediyordu sanki kilometrelerce öteden.
Tabloluk bir manzaraydı. Belki de bir tabloydu bu muhteşem mekan nazar-ı arifanda? 
Solda bir yar, önde bir kıvrım buyur etti onları Ağa Yokuşu’na. Şimdi ineceklerdi ama onun adı Ağa Yokuşuydu. Bayır olamayacak kadar özel, inişin kolaylığıyla anlatılamayacak kadar vakur.
Sağ tarafa göre solda sayıca daha çok olan sıralı dervişlerin çevirdiği yokuşun bitiminde önce ırmak namzedi bir dere karşılıyordu hicabından çağlamayarak. Sonra Ağa Yokuşu’nun
kudretini hisseden o kıymetli misafirlere yolun ikiye ayrılan noktasını tayinle görevli soğuk su ikram eden bir çeşme karşılıyordu. Su temizlikti, temizlik imanındı. Dere ve çeşme insanın en kadim temizleyicileri idi. Hikmet-i ilahi odur ki, bu tevafuk bir dağ eteğini müşerref kılan
İslam elçisi Mübarek Çeltek Baba’nın kabrine varmadan hemen önce yer alıyordu. 
Utangaç köyler yoldan uzaklara saklanmışlardı buralarda. Yol kendi yolunda ilerliyor, köyler yoldan kaçıyordu. Ağa Yokuşu’nun bittiği nokta, bir köprü dere üstünde, bir çeşme iki yol ortasında. Ve garip bir yokuş, dalgalı arazinin dağ tarafında. Çeltek Baba selamlıyor gelip geçenleri burada.
 Düzlük. Utangaç köylerin yerini gammazlayan levhalar… 
Edepli dervişler, kavak ağaçlarında geveze kargalar… 
Yolun sonu yok, son bir sonrasının başlangıcı... Bir bayır daha iniyor emektar hararetini indirmek için. Lakin feryadı azalmak şöyle dursun iyice dokunuyor insana, sanki sızlanıyor, boğazına bir şeyler düğümleniyor. Ve ırmak namzedi bir dere karşılıyor yine üzerindeki köprüyle. Bir temizlik daha icap ediyor. Bir mübarek kalp yine medfun bir dağ üstünde. İsmi köye verilmiş, köy bu isimle tanınmış: Alahacı. 
Topraklar kutsal, topraklar kıraç, topraklar boz burada. Rivayet odur ki; mübarek Çeltek Baba kardeşiyle yola çıkmıştır, kalplere huzur, diyara Dini Mubin-i İslam’ı getirmek için. Cenab-ı Hak
gayelerine erdirmiştir erenleri, diyar müslümandır; lakin ahali biraz beynamaz. Köy, iki dağ arası bir dere. Köy derede. Köyün güneyi dere. Doğusu başka bir köy. Batısı aynı dere ama uzak. Batısı güneyinden uzak bu köyün. Güneyi hemen dere. Mübarek hemen dağ hemen kıble. Batısı, Sivas. Batısı uzak. Köyün girişi çünkü. Okul kuzeyde. Okul bir kale görünümünde. Okul en muhkem tepede. Okul âli, okul kale, okul yolsuz, okul metruk o an itibariyle.
Sukut-u hayalin lisanda tecellisi, dinî hassasiyet engeline takılıyor, bir yutkunmadan ibaret kalıyordu. Söylenecek söz çoktu. En sadesi, burada, bu köyde olmayı hiç istememişti. Mesai saati zannettiği –ki öyleydi- kapalı olan bu okul bir de bu özelliğinin ilavesiyle
hakikaten ulaşılmazdı; lakin o bunu başarmıştı. Başarılı mıydı netice itibariyle bedbaht mıydı bilemedi. 
Muhtar değil köy, şehir sınırlarının ötesinde ülkenin güneyinde bir yerlerdeydi.
Telefondan gelen ses cızırtıyı bastırarak bunu söylüyordu.
Son birkaç saatin hayatını nasıl etkileyeceğinin şiddeti beyninde şimdiden bir zonklama olarak tezahür ediyordu. Cevabını istemediği sorular cevaplarını haykırıyordu. Soruların cevabı kendileriydi. Nerde kalacaktı, lojman bu harabe yer miydi? Şehirden gidiş
geliş mümkün olabilecek bir şey miydi? Okula gitmek dağa tırmanmak mıydı? Gerçekten
burası okul muydu? Bunun için miydi onca emeği? Sevindiği sınav puanı bu kadarına mı yetiyordu? Burada çalışacak hatta burada mı yaşayacaktı? Duaları, dualar bunun için miydi? Son beş yılının en büyük isteği bu muydu?


II.

Kış en asil mevsimdir, zira insan sadece onun için hazırlanır.
Göreve de başlamıştı gidip gelmeye de. Görevin kutsiyeti, masum çocukların saygılı bakışlarından kaynaklıydı. Bu bakış, bir hayat isteğiydi, çaresizlikten, yoksulluktan ve buradan kurtulmak için. Her bakış, bir özlem, bir dert yanış, bir çare isteğiydi. Her bakış, Ağa
Yokuşu gibi dimdik gösteriyordu kendini. Saygı, en tabi duyguydu burada. İnsanlık en tabi hâliyle vardı. Yürektendi burada istek, sohbet, bakış. Lakin ne ölçüde karşılık verebilecekti, bunu bilmiyordu.
Kar yağmadan, sular donmadan alıştığını zannettiği yol aslında kendini kışa saklamıştı. Anlaması geç olmadı; çünkü kış erken gelirdi buralara ve yine öyle oldu. Kış ve yolculuk aynı cümlede kullanıldığında ne de çetin ifadelerdi. Bir de bu cümleye Ağa Yokuşu girmişse işte o vakit zorluk anlamı mukadder bir hal arz ederdi.
Tabiat, sünnetullahın tecellisinin gereği olarak beyaz örtünün altına sığınmış hilkat boyasıyla tekrar yeşile boyanacağı anı bekliyordu. Zaman mefhumu bir defa daha tanıma
muhtaç olduğunu veya beşeri zekanın kendini nasıl da kandırdığını ispat ediyordu. Zaman, en küçük parçası an; en büyüğü ömür olan izafi kavram. İzafiyeti, yaşanılan anın ve ömrün muhtevası ile olduğu kadar tatminiyle de alakalı. Vakit, gün, hafta, ay, mevsim, sene;  an ile ömrün arasını dolduran en tabî zaman dilimleri. Salise, saniye, dakika ve saat ancak hesap işlemleriyle mümkün olan aciz birimler. Biri diğerinin katına muhtaç. Ve herkese eşit; sanki
herkes aynı zamanı yaşıyor? Çağdaş çağımız Dünya ve Güneş’in bir yörüngede akıp gitmesi gibi Halık’ı itibariyle bu gayet tabi durumun neticelerini tasnif için dahi ne kadar da çok beklemiş, yazık! Oysa Kelam-ı Kadim ile sabitti. Bakan göz, anlayan beyin ve inanan kalp
buna yeterdi.
Kar sevdalısı Yıldız Dağı, beyazın safiyetini kendi zarafetiyle dercedip bir tablo misali önce göze sonra kalbe dokunuyordu onca mesafeden. Seyri hoştu, ayağı üşümeyenler, karnı tok olanlar ve dönüşü önemli olmayanlar için. Lakin bu tablo bir seyir tepesinden değil nasıl inileceği meçhul, çıkarken kalınacağı kuvvetle muhtemel olan Ağa Yokuşu’na az kalındığı bir yerde izleniliyordu. Böyle bir tabloya hayat veren karın ve kışın safiyet ve zarafetinin mukavemeti de Ağa Yokuşu’nda hayat buluyordu. Geçit vermez yüce dağlara ait olan çağrışımların, mahpus oldukları türkü sözlerinden kurtulup can bulduğu noktanın adıydı Ağa
Yokuşu. Bu çilesinden ötürü Sevda Yokuşu olmalıydı adı, ilk önce zora, başarıya, şehre ve hayata dair bir sevda yokuşu. Bu sevda, bagajlardaki yüktü. Yük dediğiniz, o sosyalist diye geçinen para kulu olmuş asilzadelerin söyleyip yazdıkları; lakin nasıllığını bilmedikleri şeylerin toplamıydı. Yük; tüp gazdı, pirinçti, toz şekerdi, çaydı, kibritti, bir tabaka camdı, akide şekeriydi, saç tokasıydı, beş metre pazendi… hayattı. Her inenin ve çıkanın kendini muzaffer ilan ettiği bu yokuş bir hayat sevdasının çocukça bir kalple kazanılmasıydı. 
Ağa Yokuşu’nun bitimindeki sola doğru kıvrımın düzlükle kavuştuğu noktada muzaffer insanların doldurduğu minibüs ve otobüslerle karşılaşılıyordu. Yol vermek, yardım etmek şoförlüğün şanındandı burada. Herkes tanıdıktı, ilk defa karşılaşılsa da; zira yol birliği kan kardeşliği gibi samimi bir duyguydu. Ağa Yokuşu’nun hali sorulurdu kendi hal ve hatırlarından önce. O nasıldı? En büyük merak buydu, bu önemliydi. Her çeşit cevabın muhataplarının beyninde oluşturduğu tek mana vardı: Oldukça iyi. Yine zorlu yine çile sevdalısı yürekleri bekliyor, hayat imtihanında mücadele soruları sormak için. Mutlak manada kalanın görülmediği tehir etmenin de mukadder olduğu bilgisi imtihana girecek her yolcunun
ön kabulüydü.
Tepelerine yağan karla kavuklu dervişler gibi görünen söğüt ağaçları, karın kaybedemediği aksine daha da ihtişamlı kıldığı varlıklardı. 
Yol neresiydi? Sorusu, sürgünle kapanan sağa doğru olan kıvrımın görülmediği veya kestirilemediği her an geçerli tek soruydu. Kimse yoldan çıkmak istemezdi; lakin hayat yolu hiç de öyle olmadığının en net aynasıydı. Ağa Yokuşu da şu hakikati haykıran bir ayna idi bu manada: Ey gafil! Haline bak, titriyorsun. Nasıl inerim, nasıl çıkarım diye korkuyorsun. Bu sorular korkutmasın seni; zira
ayağının altındaki yüzüm seni korkutmak değil ulaştırmak emriyle memur, nasıllığını düşünme burada, takdirden evvel tedbirin Halık’ı da Mevla’dır. Korkacaksan şayet, nasıl yaşadığına bak ve ondan kork. Ben de visal şu dere üzerindeki köprüdür; ondaki visal sırat
altındaki cehennem narı yahut sırat ötesindeki cennet bağıdır.   Muvakkaten değil hakikaten.

-------------------